top of page

İSLAMCILIĞIN ÜÇ YÜZÜ


Geçtiğimiz yıllarda İslamcılık nedir ne değildir konusunda uzunca bir tartışma açılmış hemen konu ile ilgili herkes bu tartışmada bir şekilde taraf olarak katılmıştı. Farklı kesimlerden farklı seslerin katkıda bulunduğu bu tartışma “İslamcılık Öldü mü?” adlı romantik/dramatik bir başlıkla da kitaplaştırılmıştı. Bugün baktığımızda o dönemdeki sıcaklığını yitirse bile derinden İslamcıları eleştiren bir tonda devam eden bir söylem devam ediyor. Savunucuları, ardarda kaybedilen cepheler, tükenmiş ümitler, geri tepmiş “bahar”lar ve çamura saplanmış bir Türkiye örneğinin ardından çokça seslerini çıkaramıyorlar. Hatta daha ötesi şoven bir milliyetçiliğe savrulmuş vatan haini avına düşmüş eski İslamcılar eski çevreleri tarafından tanınmakta dahi zorlanılan varlıklara dönüştüler. İnsanlar tam da bu yüzden İslamcılığın öldüğüne kanaat getiriyorlar.

Burada asıl sorulması gereken soru İslamcılığın ölüp ölmediğinden ziyade gerçekte böyle bir ideolojinin doğup doğmadığı üzerinde olmalıydı. İslamcılık diye “İslam merkezli” bir ideoloji varlık sahasına gelmiş miydi ki ölümünden bahsedebilelim. Ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren geçtiğimiz yüzyıl boyunca ortalıkta görülen ideolojinin “İslam” ile ne tür bir ilişkisi vardı? Bu ideoloji gerçekte İslam kaynaklı mı idi. Merkezi İslam olan bir çerçeveye mi sahipti? Neden hala ne olup olmadığı konusunda bir fikir birliği oluşamadı? Soruları cevabını ararken ölümü ilan edildi.

Ali Bulaç bu ideolojinin İslami köklerini tanımlayarak tarihsel olarak ondokuzuncu yüzyıl ideolojilerinden farklı, köklü bir tarihe sahip olduğunu anlatır. Kendi konumunu anlattığı için haklı olan Bulaç’ın kendisinden başka vereceği ikinci bir örneği olmaması elini zayıflatmaktadır. Tartışılan konuda her kafadan bir ses çıkmasından başka, kendilerini bu ideoloji ile tanımlayanların savrukluğu, ilke ve ölçüden mahrum davranışları da ayrı bir sorgulamayı gerektiriyor. Böylesi bir keşmekeşin ortasında yürüyen bir ideoloji ve onun etrafında gelişen tartışma da derin bir kakafoni oluşturuyor.

Bu tartışmaların ortasında diğer bütün ideolojiler gibi İslamcılığın da farklı evrelerden geçerek bir dönüşüm yaşadığını gözardı etmemek gerekiyor.

1. Bu dönüşümlerden birincisi, bu ideolojinin İslam merkezli olmayıp islam soslu bir ideoloji olduğu şüphelerini doğrulayacak bir resim veriyor. Milliyetçiliklerin revaçta olduğu ondokuzuncu yüzyıl ideolojik arenasında İslamcılığın milliyetçilik karşısında bir bütün olarak İslam medeniyetini, islam birliği fikrini, müslümanların bir ümmet olarak birleşerek kurtuluşlarını kazanmaları üzerinde literatür üretmişlerdi.

2. İkinci evrede sosyalizmin geliştiği ve başat ideoloji olduğu yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise İslamcılarda daha çok sosyal adalet, eşitlik, ezilenler(mustazaflar), toplum ve ekonomi üzerinde devlet kontrolü, devletin adalet dağıtıcı rolü üzerine çalışmalara şahit oluyoruz.

3. Son dönem ise yirminci yüzyıl sonu yirmi birinci yüzyıl başında gelişen, demokratik değerler, özgürlükler, liberal değerler, çoğulculuk üzerine çalışmalara rastanır.

İslamcılar, bu üç dönemde İslamcılığın dönemlerin başat ideolojilerine olan uyumunu, benzerliğini, hatta o ideolojinin bir üst formu olduğunu ispata çalışırlar, dönemine göre en iyi ideoloji milletin değil, ümmetin birliğidir. Bir sonraki dönemde sosyalizmin dile getirdiği sorunlara en mükemmel çözümlerin İslamda olduğunu ispata çabalar. Son dönemde ise demokratik ve liberal değerler karşısında İslamın ne derece uyum içinde olduğunu ispat etmeye çalışır.

İslamcılığın tarih içinde bu seyrinde dikkati çeken, bu ideolojilerin o dönemin başat ideolojileri karşısında kendi konumu, o ideolojilerin argümanlarına başvurarak belirlenmeye çalışılmıştır. İslamcılık ideolojisi, farklı ideolojilere söylem desteğinden başka bir yenilik getirmediği, hatta taban tabana zıt ideolojilere de destek veren bir söyleme de sahip olduğu için ne bu ideolojiler tarafından ne de bu ideolojilere gönül vermiş geniş kitlelerce bir güven ortamı oluşturamamıştır.

Bütün bu tartışmalar entelektüel seviyede olduğu için ideal olanı sembolize eder. İdeal değerler üzerinden ideoloji tanımı yapılır. İş pratiğe gelince, bütün ideolojilerde olduğu gibi, sorun derinleşir. İslam dünyasında doğru dürüst bir uygulama alanı görmemiş bir ideoloji neden tel tel dökülür?

Bu sorunun cevabı yine bütün ideolojilerin ortak kaderinde gizlidir. İdeoloji romantik entelektüeller tarafından formüle edilir, güç sahipleri tarafından uygulamaya sokulur, kitleler tarafından banalleştirilip sömürülür. İslamcılık ideolojisi de aynı kadere kurban gitmiş, farklı dönemlerin kendi içlerinde tutarlı ve güçlü romantik kalemleri tarafından kurgulanmaya çalışılmıştı. Osmanlı'nın son dönemindeki İslamcı aydınların fikirlerini, 1960-70’li yıllardaki dünya çapında sosyal adalet söylemleri ile ortaya çıkan önemli fikir adamlarının çabaları dikkate değer.

80’lerin sonlarından başlayıp günümüze bir zayıf (neredeyse sadece tek bir kişi, Ali Bulaç tarafından temsil edilen) bir damar olarak eşitlik, çoğulculuk, demokratik değerler, farklılıkların kabulü ve özgürlükler savunuculuğu da İslamcılık ideolojisi literatürüne gözardı edilemeyecek katkılarda bulunmuşlardır.

Özgünlük tartışmaları devam etse de romantik bir ideolojinin bugünkü sefaleti, bir güç odağı eli ile sömürülmesi ve sonunda ayak takımının elinde banalleşmesi ile açıklanabilir. Bu durumun ideologlarını dahi rahatsız edecek bir görünüme dönüştüğüne şahit olduğumuz günleri yaşıyoruz. Bundan kurtulmanın yolu da farklı ideolojilerin payandalıklarından meded ummayı birakıp, İslam'ın bireyden topluma gerçek bir insani dönüşüm hareketi olduğunu anlamamızla gerçek konumuna ulaşmasından geçer.


Featured Posts
Recent Posts
Archive
Search By Tags
No tags yet.
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page